14 Nisan 2015 Salı

Günümüzde Sosyal Medyanın Gücü ve Farkındalığı


Çok değil şöyle bir 10 yıl kadar geriye gittiğimizde hatırlayacağız ki ülkemizde sosyal medya kavramını oluşturan sadece bir kaç site (Yonja,Hi5 vs) vardı ve bunların üyeleri oldukça azdı genelde yüksek nüfuslu şehirlerin oluşturduğu kesimdeki insanlardı.

Günümüze doğru yaklaştığımızda özellikle Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım siteleri çok yüksek insan potansiyeline sahip birer sosyal olgu haline gelmişlerdir. Şu anda dünya üzerinde son verilere göre 900 milyon Facebook ve 465 milyon Twitter kullanıcısı bulunmaktadır. Türkiyede ise bu rakam 22 milyon Facebook ve 7.2 milyon Twitter kullanıcısı olduğunu gösteriyor. Verilen bu rakamlar göz önüne alındığında yanlızca bu iki site üzerinden bile küresel ve yerel anlamda neler yapılabileceği tahmin bile edilemez. Biraz geriye gidip baktığımızda arap ülkelerinde yaşanan devrimler, işletmelerin bu sosyal mecra üzerinden kendilerini tanıtma çabaları gün geçtikçe yeni bir boyut kazanıyor. Ancak bu gücün farkında olmayan insan sayısı epey fazla özellikle gençler bu sosyal medya üzerinden kendini geliştirmek yerine burayı birer cep telefonu gibi basit bir şekilde kullanmaktadırlar.
Bu gücün farkında olan işletmeler buraları adeta kendi web siteleri ve birer yayın organı gibi kullanıp bir çok insana çok daha hızlı ve maliyetsiz bir yoldan ulaşmaktadırlar. Amerikada uygulamaya başlanan bir uygulamadan örnek vericek olursak bir giyim firması ürünlerini facebook üzerinden satışa sunup hedef kitlesinin ürünleri arkadaşları ile paylaşıp fikir almasını sağlayarak zamandan ve maliyetlerden istifade etmiştir ve bu uygulamalar günümüzde gittikçe yayılmaktadır. Günümüzde ülkeler dahi bu uygulamalar ile turizim gelirlerini arttırmaya çalışmaktadırlar örnek vericek olursak İrlanda ekonomik krizden en çok etkilenen ülkelerden biriydi ve bu sosyal paylaşım siteleri üzerinden ülkelerinin tanıtımını yapıp kurumların bilgisini kitleler ile paylaşmıştır ve yapılan araştırma sonucu bu uygulama ile turizim gelirlerinde ciddi bir artışa gitmiştir.
Sosyal medyanın geleceğini artık kimse kestirememektedir. Kimi araştırmacılara göre bu olgu gelecekte bütün firmaların buluştuğu ve rekabetin tek bir ortamda toplandığı bir süreç haline gelecektir. Artık üniversitelerde Sosyal medya uzmanlığı bölümleri açılmakta ve bu alanda uzman personel yetiştirilmektedir. Bu mecra kişiler için bile kendini pazarlamanın en etkin yoludur buralarda aktif olup iş yaşamında daha dikkat çekici bir özelliğe sahip olunabilir. Ben bu mecraların insanların sosyalleşmesini etkilediğini düşünmüyorum aksine insanlar burada kendilerini daha açık bir şekilde ifade edebilmekte ve düşüncelerini daha büyük kitlelere ulaştırmaktadırlar. Sadece Sosyal medyayı akıllı kullanalım yeter...
Ferit BİLGEN





Teknolojinin Bizden Aldıkları

Şöyle bir arkanıza yaslanın. Gözlerinizi yumun.
Hayal edin şimdi : Dünya savaşı patlamış!
Yaşadığınız ülke burası, yine Türkiye.
Erkeklerin yüzde sekseni, seferberlik nedeniyle askere alınmış. Anneler, çocuklarla baş başa... Giden erkeklerin çoğu kırsal kesim kökenli olduğu için tarım dibe vurmuş. Mahsul alınamıyor.
Kaynaklar öyle sınırlı ki, bu milletin olmazsa olmazı, ana gıdası ekmek bile lüks. Her birimizin günde sadece "125 gr." ekmek hakkı var. Ötesini çatlasanız bulamıyorsunuz.
Öyle torpil morpil geçmiyor.
"Yok" çünkü...
Şeker de yok. Şanslıysanız pekmez kullanabilirsiniz. O da belirli bölgelerde...
Gömleğimin yakası eskidi, atayım da yenisi alayım, diye bir şey yok. Eteğinden kesip yakayı yenileyebilir evin hanımı.
Aynı şekilde takım elbiseyi de ters yüz ederek kullanabiliyorsunuz. Kumaş çok pahalı, ithal ediliyor ve terziye her sene bir takım elbise diktirmek öyle her babayiğidin harcı değil.
Çıkar alırım çarşıdan, mı diyorsunuz?
Hazır giyim diye bir şey yok ki...
Misal çorabınız delindi, özel tahta yumurtalar var. Hanımlar onu çorabın burnuna dayayıp tamir ediyor.
Buna rağmen, erkekler mutlaka takım elbiseli, sinek kaydı traşlı, cilalı pabuçlu, kadınlar şık, özenli, ince çoraplı, bakımlı.
Oysa ülkede yoksulluk kol geziyor.
Savaş gelmiş kapıya dayanmış.
Sadece birkaç yüz km. uzağınızda Rusya’ya kadar ilerlemiş bir azgın güç söz konusu. Dünyayı kırıp geçiren bir diktatör var.
Acımasız!...
Yöneticileriniz savaşa girmesin ülke diye cansiperane mücadele veriyorlar, ama nereye kadar...
Bilmiyorsunuz.
Televizyon yok. İnternet yok. Anladığımız manada telefon yok. Teknolojik hiçbir ulaşım yok. Tek haberleşme yolu mektup.
Çamaşır makinası yok. Bulaşık makinası yok. Her evde buzdolabı yok.
Öyle gürül gürül akan sıcacık duşlar da yok.
Şanslıysanız evinizde, değilseniz mahalle hamamında, teneke tasla suları döküne döküne, bir kalıp zeytinyağı sabunuyla yıkanıyorsunuz.
Anneler, hazır bebek bezi de yok.
Elde dikeceksiniz bezleri, her kullanıştan sonra da yine elde yıkayacak, bir de asıp kurutacaksınız.
Yetmedi, ütüleyeceksiniz mikroplardan arınsın diye... Ütü dediğim de birkaç kilo ağırlığında dökme demir ütü ha... Kaldırdıkça kas yaparsınız artık...
Hazır yemek diye bir şey yok. Tarhanayı kendiniz kurutacak, sucuğu kendiniz dolduracaksınız.
Beyler, evin tek geçim kaynağı sizsiniz.
Hanımınızın çalışması diye bir şey söz konusu değil.
Size katkıda bulunamaz, o ev işleri ve çocuktan sorumlu.
Yani tüm maddi geçim sizin omuzlarınızda.
Sizin işiniz varsa aile tok, yoksa aç.
Ona göre...
Evler sobalı. Odunu, tütmesi, kurulması, sökülmesi derken bu da sizin işiniz.
Kalorifer mi, o da ne?
...
Bunları düşünmek size nasıl bir duygu veriyor?
Tahayyül edemiyorsunuz, değil mi?
Ama öyleydi!
Bu güzelim ülke bundan sadece 60-70 sene önce aynen böyleydi.
Çok önemli bir farkı vardı yalnız.
İnsanlar bunca yokluğa, yoksulluğa, savaş tehdidine rağmen "umutluydular".
Kendi şahısları için değil, gencecik Türkiye Cumhuriyeti'ni kalkındırmak için "el ele" çalışıyorlardı.
"Olmayana üzülmek" yerine, "ellerinde olana" şükrediyorlardı.
Kendilerine acımıyor, karamsarlığı kapılarından içeri sokmuyorlardı.
Bağımsızlık mücadelesini kazanmış, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir savaşın galibiydi anne-babaları...
Onlar için imkansız diye bir şey yoktu.
O kuşaktan örnek alacağımız o kadar çok şey var ki...
Hiç unutmam, dedem su isterken, "Bana yarım bardak su getirir misin yavrum?" derdi.
Ben de ayıp olmasın diye bardağı ağzına kadar doldururdum.
Bir gün elimi tutup yanına çekti, şefkatle dedi ki: "Bak, ben sadece yarım bardak su içeceğim, kalanını dökeceksin. Yazık değil mi suya? Siz tabi harp görmediniz. Harp zamanı, yarım bardak suyun bile kıymetini anlar insan evladım. Bana ayıp olmaz merak etme. Sen yarım bardak su getir."
Ah be dedeciğim! Yarım bardak suyun lafı mı olur, "insan israfı" yaşıyoruz biz bu dönemde...
Biz birbirimizi sevmeyi unuttuk.
Koydular önümüze televizyonu, verdiler elimize akıllı telefonları-tabletleri...
Var ya... Biz birbirimizin yüzüne bakmayı unuttuk!
Başınızı bir kaldırın, bakın. O küçük çocuk sizinle oynamak istiyor. O genç kızın, o delikanlının dertleşmeye ihtiyacı var. O başı örtülü teyzenin elindeki poşet çok ağır, yardım elinizi uzatıverin. O kadın çok dalgın, ezilebilir caddeyi geçerken, uyarıverin. O adam çok sinirli araba kullanıyor, ona yol verip gülümseyiverin. Şu gencecik anne, kaldırıma çıkartamadı bebek arabasını, ucundan tutuverin!
"Birbirinizi seviverin."
Bu kadar basit.
"Yarım bardak suyun kıymetini hatırlayıverin!"
08.04.2015
Bilge Güven - KIZILAY (Fotoğraf, savaş yılları.. Anneannemle dedem)